’den 21 yıl önce ayrıldınız. Avrupa’daki sinema maceranız ve Kürt sinemasının gelişmesinde oynadığınız rolün hikayesini anlatır mısınız?
Ben İstanbul’da Özgür Gündem gazetesinden ayrılıp Almanya’ya gittim. O dönemi biliyorsunuz. Kürt gazeteciler her gün faili meçhul cinayetlere kurban gidiyordu. Birçok arkadaşımız hapse düştü. Bir kısmımız da yurt dışına gitti. Ben de onların arasındaydım. Berlin’e yerleştim ancak hep eski Sovyet ülkeleri, Ortadoğu, Latin Amerika ve diger kriz bölgelerinde beş yıl gazetecilik yaptım. Önce ilk Kürt televizyonu MED TV, daha sonra da Alman-Fransız kanalı ARTE için TV belgeselleri ve röportajlar yaptım. Daha sonra da kendimi tamamen sinemaya verdim. Şimdi yapımcı ve senarist olarak çalışıyorum. Dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan Kürt yönetmenlerle çalışmak bana ilginç geliyor. Ancak Alman yönetmenlere de yapımcılık yapıyorum. Bu yıl şimdiye kadar ki en büyük projemi Alman yönetmen Peter OTT’la Köln’de bir studyoda çekiyoruz.
21 yıl sonra içinde yer aldığınız üç filmin olduğu İstanbul Film Festivali’nin daveti üzerine Türkiye’ye geldiniz. Ne hissediyorsunuz?
Doğrusu bir tesadüf oldu. Ben son birkaç yıldır Türkiye’ye dönmek istiyordum. Kendimi ruhsal olarak buna hazır hissediyordum. Paralı askerlik yasası bana yardım etti tabi ki. ‘Taşa Yazılmış Hatıralar’ festival programına alındıktan hemen sonra benim de askerlik işlemlerim int(11)mişti. Sonra senaryo yazarı oldugum Hisam Zaman’ın ‘Kral’a Mektup’ ve Almanya ortak yapımcısı olduğum Erol Mintaş’ın ‘Annemin Şarkısı’ filminin de gösterileceğini öğrenince çok mutlu oldum tabi.
21 yıl sonra İstanbula döndünüz ama Bakur filmine yönelik sansür tepkisinden ötürü festivalin yarışma bölümlerinin tamamen iptal olduğu bir ortama geldiniz. Neler hissediyorsunuz?
21 yıldan sonra İstanbula dönüşümde yapımcılığımı yaptığım filmlerin kesinlikle gösterilmesini çok isterdim. Biz gelmeden günler öncesinden Taşa Yazılmış Hatıralara biletler int(11)mişti. Irak Kurdistanından, Avrupadan onlarca sinemacı arkadaşımız destek olmaya, filmin Türkiye galasında bulunmak için geldi. Gelir gelmez karşılaştığım tablo ise kabul edilemez bir tabloydu. Festivalin üzerindeki devletin baskısını hissettik. Bir film sansürlemenin ötesinde sektörde böyle bir baskının olduğunu görüyorum. 21 yıl önce Özgür Gündem gazetesinde çalışırken de bunu yaşamıştım. Faili meçhul cinayetler, gazeteci katliamları vardı. Tabi ki o dönem int(11)ti, buna seviniyoruz, dışardan gözlemlediğimde Türkiyenin 21 yıl sonra çok değiştiğini elbette biliyorum ama özellikle sinema gibi bir alandaki baskı filmi geri çekmeye zorladı. Filmimiz sinema yapmanın zorluklarını anlatan trajikomik bir film. İstanbul Film Festivalinde yaşadığımız trajikomik durumla filmin son sahnesi tamamlanmış oldu! Bu film bir anlamda İstanbulda int(11)ti.
Peki ‘Taşa Yazılmış Hatıralar projesi nasıl oluştu?
Aslında bu fikir ilk defa Doğu Kürdistan’lı yönetmen Rahim Zabihi’nin ‘Lend Of Legend’ filmine yapımcılık yaptığımda bende oluşmaya başladı. Rahim, Iran-Irak sınırını bir hafta içinde beş defa geçmişti. Film ekibinin içinde en önemli ekip üyeleri sınır kaçakçılarıydı. Oyuncular, film materyali, teknik ekipman illegal yollarla İran’dan Irak Kürdistanı’na geliyordu. Rahim ve ekibi bunu bir rutin, çok doğal bir yapım süreci olarak görüyordu. Daha sonra Almanya – Norveç yapımı Hisam Zaman’ın ‘Kardan Önce’ filminin çekimleri sırasında Irak Kürdistanı’nda kamera arkasında bambaşka sorunlarla karşılaştık. Avrupa’dan büyük bir ekiple Amidye bölgesine gitmiştik. Küçük roller için, daha önce bulduğumuz kadınlar, her gün birer birer oynamaktan vazgeçiyorlardı. Çünkü kocaları, babaları, hatta aşiret reisleri onların kamera karşısına geçmesine karşı çıkıyorlardı. Bu gibi tanıklıklara Bahman Ghobadi ve Sewket Emin’nin kamera arkası hikayeleri de eklenince Kürt sinemasının doğum süreci üzerine bir film yapmak istedim.
Film bir karakomedi. Kürt filmlerinde daha çok dram oluyor. Neden dram değil de karakomediyi seçtiniz?
Her şeyden önce sürekli acılarla yaşayan, baskılarla yaşayan toplumların mizah duygusu çok güçlü olur. Kürtlerin yaşamında müzik ve mizahın bir terapi gibi işler gördüğünü düşünüyorum. Bunun dışında Irak Kürdistanı’nda son yüzyılda büyük bedeller ödendi. Anfal operasyonu, 182 bin Kürt’ün hayatına maloldu. Bugün bu katliamın sağ kalan kurbanları hala aramızda yaşıyor. Ancak biz Kürtler’de bir bellek sorunu da var. Bazı şeyleri çok çabuk unutuyoruz. Saddam rejiminin yıkılışından sonra yeni hayat, zenginlik toplumda bir sarhoşluk da yarattı. Filmdeki mizah bu durumdan besleniyor. Bizim filmin hikayesi şu: İki sinemacı bir halkın trajedisini, sinema perdesine aktarmaya çalışırken, filmin sonunda kendileri kurban oluyor. Bu sadece Kürt sanatçıların içine düştüğü bir durum değil tabi. Her toplumda sanatçılar yalnız zaten.
Film Yılmaz Güney’in ‘Yol’ filminin gösterildiği sinema salonunda başlıyor. Neden ‘Yol’u seçtiniz? ‘Yol’dan bu yana Kürt sinemasına gönderme mi var?
Yılmaz Güney dünyalı bir sanatçı. Ancak Türk sinemasında devrim yapan, Kürt sinemasının da başlangıcı olan dahi bir sinemacı. Kürtlerle Türklerin paylaştığı en güçlü sembollerden birisi. O yaşamı, duruşu ve filmleriyle bütün Kürt sinemacıların en büyük referansı. Bunun için de Kürt sinemasının doğum sürecini anlatan bir film, ona saygıyla başlamalıydı. Ben de, Sewket Emin (filmin yönetmeni Shawkat Amin Korki) de bu konuda çok nettik.
Filmde silah referansı çok sık tekrarlanıyor. Yönetmen bile sigarasını silah şekilde çakmakla yakıyor. Kürtler’in silahla aşk ilişkisi mi var? Bunun ironisi mi?
Haklısınız… Irak Kürdistanı’nda yüzyıllardır silah gündelik hayatın bir parçası. Bugün hala her evde birkaç silah bulundurulur. Bizim Norveçli, Alman arkadaşlar bizim film setlerinde gerçek mermileri, silahları kullandığımızı öğrenince işi bırakmak istiyorlardı! Ancak bizim filmde ‘yönetmen’ karakteri Yılmaz Güney aşığı. Onun filmleriyle yaşıyor. Hatta birçok sahnede onu taklit ediyor. Hikayedeki silah fenomeni oradan geliyor. Güney’in silah tutkusunu anlatmama gerek yok zaten…
‘Taşa Yazılmış Hatıralar’ Kürtler’in ‘Cinema Paradiso’su mu?
Dünya festivallerinde bize bu soru çok soruldu. Benim kişisel cevabım ‘Hayır’ oldu. Bu film ‘Esmerce bir sinema tutkusu’nu işliyor. Aynı zamanda bugünkü Kürt toplumunda ‘yükselen değerlere’ sert bir eleştiri de var…
Hikaye sizin için ne kadar kişisel? Filmdeki ana karekter Berlin’den film yapmak için Irak Kürdistanı’na dönüyor. Alman ailesini bırakıyor…
Tabi ki benim için de yönetmen Sewket Emin için de çok özel bir film oldu. Senaryoyu yazarken yarı Norveçli oğlumla sürekli skype yapıyordum. Annesi habire oğlumu ne zaman göreceğimi soruyordu. En sonunda onlar da bu hikayenin bir parçası oldular. Filmde rol aldılar.
Irak Kürdistanı’nda son sinema da kapanmak üzere filmde. Bu bölgenin gerçeğini mi yansıtıyor? Kürt halkı sinemaya ilgisiz mi?
Kürt halkı sinemaya ilgisiz değil. Ama Kürt yöneticilerin bu konuda bir programı, planı yok. Şimdi büyük alışveriş merkezlerinde sinemalar açıldı. Bir sinema yasası olmadığı için ticari Hollywood filmleri Arapça altyazıyla gösteriliyor. Kürt filmleri daha çok televizyon ve korsan baskılarla seyirciye ulaşıyor.
Üç farklı coğrafyada çalışan Kürt yönetmenlerle çalışmaktan bahsedebilir misiniz?
Uzun zamandir Berlin, Norveç ve Duhok arasında projeler yapıyorum. İstanbul da büyüdüğüm şehir. Ancak esas neden bu değil. Bu üç filmi de izlerseniz, bu hikayelerin ne kadar kardeş, ne kadar birbirini tamamladığını görürsünüz. Bu projeler başladığında bu üç Kürt yönetmen de henüz birbirini tanımıyordu. Ancak üçü de Yılmaz Güney aşığı.
34. İstanbul Film Festivali’nin uluslararası yarışma bölümündeki filmlerden ‘Taşa Yazılmış Hatıralar’, yarışmadan çekildiği için filmin bugün saat 19.00 Atlas Sineması’ndaki gösterimi yapılmayacak. Ancak dileyen izleyiciler, aynı saatte filmin yapımcı ve yönetmeninin katılımıyla gerçekleştirilecek söyleşiye katılabilir.
Kaynak Radikal