Türkiye Büyük Millet Meclisi Araştırma Merkezi, “Kürtaja ilişkin yasal düzenlemeler” konulu bir araştırma yaptı. Araştırmada, gebeliğin
sonlandırılmasının, sağlık, hukuk, tıp etiği, felsefe, din ve kadın çalışmaları gibi birçok alanda tartışılageldiği kaydedildi.
Tıp etiğinin en eski konularından olan gebeliğin sonlandırılmasının, aynı zamanda sağlık hukuku alanında da en tartışmalı konulardan biri olduğu ifade edilerek, şunlar kaydedildi:
“Bu konudaki destekleyici görüşe göre, kadın kendi bedeni üzerinde özgürce tasarruf edebilirken, karşıt görüş bunu kadının rahminde başlamış olan hayata müdahale olarak ve hatta cinayet olarak yorumlamaktadır. Eski Yunan uygarlığındaki özgün Hipokrat Andında hekimlerin kadınlara çocuk düşürmek için yardımcı olmamak için yemin ettikleri bilinmektedir. Bu konunun bir uzantısı da tıp biliminin cenini değerlendirişi ile ceninin hukuki açıdan ne zaman kişilik kazandığı tartışmalarıdır.
Dünya Sağlık Örgütünün tahmini verilerine göre dünyada her yıl uygulanan 46 milyon isteyerek gebeliği sonlandırma işleminin 20 milyon kadarı güvenli olmayan koşullarda uygulanmakta ve bunların sonucunda yaklaşık 80 bin kadın yaşamını yitirmektedir. Bu ölümlerin tamamına yakın kısmı yasaların gebeliğin sonlandırılmasına izin vermediği veya aile planlaması hizmetleri sunumunun yetersiz olduğu ülkelerde meydana gelmektedir.”
YASAL DÜZENLEMELERİN TARİHÇESİ
Araştırmada, Türkiyede gebeliğin sonlandırılmasına ilişkin hukuki düzenlemelerin, üç dönemde değerlendirildiği ifade edildi.
Cumhuriyetin kuruluşundan 1965 yılında 557 sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Kanun çıkarılıncaya kadar geçen dönemde gebeliğin sonlandırılmasının, her ne nedenle ve biçimle başvuruluyor olursa olsun kesinlikle yasaklandığı belirtilerek, bu konuda şu bilgilere yer verildi:
“Türkiyede nüfus konusu ilk kez 1920de Atatürk tarafından bir politika olarak ele alınmış ve günün koşullarının gerektirdiği üzere pronatalist politika benimsenmiştir. Doğurganlık ve nüfus artışını doğrudan ve dolaylı olarak etkilemeye yönelik bir dizi kanun çıkarılmıştır.
Pronatalist politika, isteyerek çocuk düşürmenin, gebeliği önleyici ilaç ve araçların satılmasının, kullanılmasının ve bu konuda eğitim ve propaganda yapılmasının yasaklanması, altıdan fazla çocuğu bulunan annelere ikramiye ve madalya verilmesi ve çok çocuklu ailelerin yol vergisinden muaf tutulması gibi önlemleri kapsayan yasalarla yürütülmüş, 1926 yılında kadınların düşük yapması kesin olarak yasaklanmış, 1936 yılında bu suç için öngörülen ceza daha da artırılmıştır. Ayrıca 1935de bir nüfus politikası olarak, yurt dışındaki Türklerin ülkeye göçleri benimsenmiştir. Gebeliği sonlandırma yasağının yanı sıra gebeliği önleyici tedbirler de bu dönemde yasaklanmıştır.
1960lı yıllara gelinirken tüm dünyaya yayılmakta olan gebeliği isteyerek sonlandırma yasalarının liberalleşmesi dalgasının Türkiyeye de yansımasının, izlenen doğum yanlısı politikalara bağlı olarak 1955-1960 yılları arasında nüfus artışının o güne dek en yüksek seviyeye çıkması (binde 22) ve bunun yol açtığı sosyal ve ekonomik sorunların, kadın ve çocuk sağlığının Türkiyedeki halk sağlığı ve kadın doğum uzmanları tarafından dikkatle bilimsel olarak izlenmesi ve gebeliğin sonlandırılmasına ilişkin ilk yayınların gündeme gelmesinin bir sonucu olarak önlem alma çabaları 1960ta başlamış, TBMM antinatalist politikayı kabul etmiştir. Konu TBMMde büyük tartışmalara yol açmış; uygulamaya geçilmesi 10 Nisan 1965te 557 sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Kanunun yayımı ile mümkün olmuştur.
Yasa ile ayrıca, propaganda yasağı ile para ödülü, madalya uygulaması kaldırılmıştır. Antinatalist politika, 1980e kadar hiç bir hükümet tarafından değiştirilmemekle beraber, çeşitli şekillerde ele alınmıştır.” Araştırmada, günümüzdeki uygulamaya ilişkin düzenlemeler de anımsatılıyor.
Kaynak: Hürriyet