İnternet, bilgisayar veya teknoloji çağı, kitabın yerini, kokusunu, cazibesini alabilecek mi bilemem? Ancak bildiğim tek bir şey var, o da “kitap”ın kutsallığıdır. Kitaba, yazılı metne ve okumaya duyulan saygı Avrupa’da, XVI. yüzyılda yeniden canlanır. Rönesans, yenileşme-değişme hareketi bu canlanmada etkili olur. Ortaçağ bağnazlığı, Hıristiyan tutuculuğu, din kitapları dışında eser basım ve okunmasına izin vermezdi. Victor Hugo’nun “Notre Dame’ın Kamburu” veya Umberto Eco’nu “Gülün Adı” romanları bu bağnazlığı anlatan motifler içerir. Aydınlanma ise kitaba hürmeti getirir. Montaigne’in Denemeleri’ndeki yazılardan birinin “Kitap ve Hayat”, diğerinin ise “Kitapların Değeri” başlıklarını taşıdıklarını unutmayalım.
Bizim kitap ve okuma konusunda tutuculuktan laisizme kayışımız önce İbrahim Müteferrika’nın XVIIII. yüzyılda -gecikmeli de olsa- matbaayı Osmanlı’ya getirmesiyle olur. Müteferrika’nın Avrupa’da icat edilen matbaayı bilmesinde, Macar’dan Osmanlı’ya dönme-muhtedi olmasının mutlaka etkisi vardır. Onun bastığı ilk Türkçe kitaplar, Arapça-Türkçe bir sözlük olan Van Kulu Lûgatı ile Katip Çelebi’nin Osmanlı Deniz zaferlerini anlattığı Tuhfetü’l Kibar fi Esfaril Bihar ‘dır. Her iki eser hem Osmanlı lirası üzerinden, hem de dönemin kıymetli parası frank ile satışa sunulur. Ancak çoğunlukla saraya satılan bu kitapların bir aydınlanma başlattığını söylemek güçtür. Kaldı ki bir süre sonra İbrahim Müteferrika matbaa-baskı işlerine para bulamadığı ve bastığı kitaplar istediği kadar satmadığı için iflas etmiştir.
1839 tarihli Tanzimat Fermanı’ndan sonra Batı ile ilişkiler sıkılaşmaya, iki dünya birbirini daha yakından tanımaya ve Batı’dan yeni teknoloji ve üretimler öğrenilmeye çalışılırken, 1860’lardan sonra özel gazete ve dergi yayıncılığı ile ilk edebi eserler basılmaya başlanır. Halkı aydınlatmaya ve ülkenin gerileyişini durdurmaya çalışan idealist gazeteci ve yazarların (Ahmet Midhat, Namık Kemal, Şinasi, Ali Suavi vb.) yanında, yazarlık ve gazetecilikten menfaat sağlayan, ilk hilekȃr tipler de ortaya çıkmaya başlar. Bunların başını İrtika ve Malumat yayın organlarının sahibi-patronu “Baba Tahir” çeker. O bizdeki ilk şantajcı gazeteci-yazar ve yayınevi sahibidir. 1899’da, İstanbul’a su sağlayan Terkos gölüne “bir domuz düştü, boğuldu” diyerek gazetesine yalan bir haber yapar. Terkos Su Şirketi zarar etmeye başlar. Şirket bunun önüne geçmek için Baba Tahir’e, 600 altın ödeyerek haberi yalanlatır, durdurur.
Kitabı toplumla buluşturmak ve kitap bastırmak yazar için başlı başına bir sorundur. Bundan ötürü kitaplarını bastırmak adına kendi kitabevini kuran yazarlar karşımıza çıkar. Örneğin Cumhuriyet döneminin ünlü yazarlarından Orhan Kemal kendi isminin baş harflerini alan “O.K. Yayınları”nı kurmuş, birçok eserini buradan çıkarmıştır. Hatta tek kazancı yazarlık olan Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanı ilgi görünce yeni baskısında eserinin sayfa sayısını, hacmini genişletir ki bir iki lira daha fazla kazanabilsin.
Kitap yasağı ve sansür, her dönem görünen bir sıkıntıdır. Bunların ilgi çekenlerden biri Reşat Nuri Güntekin’in ünlü Çalıkuşu romanının başına gelenlerdir. Reşat Nuri bu eserini, Osmanlı’nın son döneminde önce tiyatro eseri olarak yazmış ama konusu Anadolu’da geçtiği için devrin tiyatro idaresi, “konusu İstanbul’da geçerse sahnelenebilir” kararını verince yazar da, onu romana çevirip yine kendi istediği gibi kaleme almıştır. Cumhuriyetten sonra ise bir kaç baskı yapan romandaki dini sözcük ve cümleler “laikliğe aykırı bulunarak” yeni baskılarda törpülenmiştir. Oysa ki Reşat Nuri Güntekin, realist, hümanist ve Cumhuriyetçi bir öğretmen ve yazardır.
“Ne öğrendimse kitaplardan öğrendim” diyen akademisyen, kültür ve edebiyat tarihçisi Mehmet Kaplan ile, roman kahramanını ağzından: “bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” diyen Orhan Pamuk’un temelde birleştikleri nokta, kitabın insan yaşantısındaki yeri ve önemidir. Bu noktada bir soru akla gelebilir: Ne okunmalıdır? Her kitap okunabilir mi? Bunun cevabında da bir senteze gereksinim vardır. “ulusal, insani ve evrensel değerleri” içeren, estetik güzelliğe sahip her eser okunabilir. Bunu anlamanın yolu, danışmak, eleştiri yazılarını okumak ve klasikleşen eserleri öncelikle seçmek olabilir. Kafaları ulusal ve evrensel değerlerle yoğrulmuş yazarların eserlerini okuyanlar dogmatik düşünceden kurtulacak, kendini başkalarının yerine koyabilecekler. Kitap ve kütüphane oldukça mahkeme ve hapishaneye gerek kalmayacaktır.
Kitap ve yazara saygının bir ölçütü de, ona sahip çıkmaktır. Eserlerinin yeni baskılarını yapmak, yaşadığı evi müze haline çevirmek, adına edebiyat yarışmaları düzenlemek ilk akla gelenlerdir. Cumhuriyetin ilk yıllarında gazetecilik de yapan ünlü şair Ahmet Haşim’in, Alman Goethe’nin müze evini gezerken Faust ‘un mürekkeplerini gördüğü ve hala korunan yazı masası karşısındaki hayranlığı aydın çevrelerde bilinir.
Özetle kitaplar ve yazarlar, bize insan olmayı, doğru ve iyi nasıl düşünülebiliri öğretenlerdir. Kitaptan ve yazardan hoşlanmayan, korkan, sansüre başvuran veya hapishaneye atan cesur değil korkaktır. Kitap okumayanlardan bir hayır gelmez, adam olamazlar denemez ama Nurallah Ataç’ın muhteşem cümleleriyle onlar şöyle betimlenir:
“İnsanları roman okumayı sevenler ve sevmeyenler diye ikiye ayırabiliriz. Roman okumayı sevmeyenlerden bir hayır gelmez demiyorum. Hatta büyük işlere onlar imza atarlar deseler, ona da inanırım. Ama ben hoşlanmam onlardan. Kendilerinden çıkamaz, kendi başlarından geçmemiş şeyleri gerçek sayamazlar. Her şeyi anlamaya çalışırlar ve hatta anlarlar da. Ama insanoğlu karşısında acayip bir anlayışsızları vardır.”
Kaynak:kibrisgazetesi.com