Onu en son TV ekranında, köklü bir İstanbul konağında bırakmıştık. Şimdi beyazperdede, eski ve bu kez ‘hayaletli’ bir konakta yeniden çıktı karşımıza… Son dönemde ‘Ulan İstanbul’un ‘Bahadır’ı olarak tanınan Caner Özyurtlu, geçen hafta vizyona giren Ali Yorgancıoğlu yönetimindeki ‘Hayalet Dayı’da Settar Tanrıöğen’in canlandırdığı hayaletin evini kiralayan iki gençten birini (Caner) oynuyor.
Özyurtlu’ya sinema filmi ve dizilerde oyuncu olarak sık rastlasak da o esasında kamera arkasında da yazı masasında da bolca sinema mesaisi yapan, üreten bir isim. Daha önce çeşitli müzik video klipleri çekmişliği, ağabeyi Alper Özyurtlu ile BBG türü yarışmalardan yola çıkarak ‘Ev’ adlı sinema filmine imza atmışlığı, gerilim türündeki ‘Görünmeyenler’in senaryo aşamasında rol almışlığı var. Yakın dönemdeyse ‘Nergis Hanım’ın yapımcılığını üstlenmişti.
İlginç bir şekilde hepsi de ya bir evin içinde geçen ya da bizzat evin de öykünün ana karakterlerden biri gibi olduğu işlerdi. ‘Hayalet Dayı’da da ‘gelenek’ bozulmamış. Caner Özyurtlu yine bir evin içinde, bu kez ‘Hayalet Dayı’nın kapanmamış hesabının peşinde, türlü tuhaflıklarla boğuşmakta.
Şu sıra ise henüz detay vermek istemediği, kendi yönettiği bir komedi filminin çekimleri için sette çalışıyor. ‘Hayalet Dayı’yı vesile edip korku-gerilim türüne olan ilgisinden ‘ev’ merakına, Özyurtlu’ya soracaklarımızı sıraladık…
‘Hayalet Dayı’ daha önce elinizin değdiği işlerle bazı açılardan ortalık gösteriyor. Komedi oluşu, mizahi boyutuyla olsa dahi ‘korku araçlarından’ biri olan ‘hayalet, arada kalma’ kavramlarını kullanmasıyla… Filmle ilişkiniz nasıl başladı?
Filmin neredeyse tüm yaratıcı ve yapımcı ekibiyle zaten arkadaştık. Karakterlerin isimleri de başından beri zaten Ozan ve Canerdi fakat ben Aliye (Yorgancıoğlu) sürekli “Benim yerime daha ünlü birini oynatsan ticari olarak daha iyi olur” deyip duruyordum. Ali de bir noktadan sonra gerçekten Caner rolünü daha ünlü birilerine götürdü fakat çeşitli sebeplerden ötürü onlarla anlaşılamayınca rol yine bana döndü. Çok salakça bir ilişkim var yani filmle sürecin başından beri. Daha önce benim yaptığım filmlerle olan tematik benzerlik aslında tesadüfi diyebilirim.
Filmin mizahı ‘kaba komedi’ diyebileceğimiz, ‘Ah Mary Var Mary’ türü filmlerde rastladığımız bir kıvamda. Bu janrı sever misiniz sinemada?
Ben tür ayırd etmeden, iyi uygulanmış her filmi seyretmeyi severim. ‘Ah Mary Vah Mary’ de çok sevdiğim komedilerden biridir. Farrelly kardeşlerin sınırları ve tabuları zorlayan komedilerine çok gülerim.
KORKU FİLMİ İZLERKEN KONSERE GİTMİŞİM GİBİ EĞLENİRİM
Sinemada korku türünü sevdiğinizi ve bu alanda özellikle kamera arkasında üretimde olduğunuzu biliyoruz. Korku sinemasında size neler, hangi trükler keyif verir? Var mı türün sizin için vazgeçilmez isimler?
Korku türünü özellikle klişelerinden dolayı çok severim. Beş arkadaş tatile gider ve sırayla ölmeye başlarlar, hangi sırayla hangi yöntemlerle öleceklerini tahmin etmeye çalışmak o filmin en eğlenceli kısmıdır benim için. Paranormal, slasher, thriller vs. her türlü alt türünü izlerken bir film izlemekten çok konsere gitmişim gibi eğlenirim.
Korku sinemasını hiç sevemeyen, genelde korku hissini de yaşamayan bir seyirci olarak sorsam, “Bana ‘En azından şunları, şu nedenden dolayı muhakkak izlemelisin’ diye üç film saysanız neleri, neden sayardınız?
Çok zorlayıcı örneklerdense rahat izlenebilecek şeyler önereyim o zaman. Sam Raiminin yönettiği ‘Drag me to Hell’ bahsettiğim konser zevkini yaşatan filmlerden benim için. Kendini çok da ciddiye almayarak yarattığı müthiş bir eğlence dozu var. James Wanın yönettiği Insidious (Ruhlar Bölgesi) çok sevdiğim ve tavsiye edebileceğim bir film. Büyük ihtimalle izlemişsinizdir ama biraz daha klasiklere gidip ‘Rosemarys Babyi önermeden edemeyeceğim.
‘Hayalet Dayı’daki ‘hayalet’ komedi unsuru elbette ama siz ilk gençlik döneminizde 90’ların ruh çağırma furyasına dahil olmuş muydunuz?
Ben çok korkak bir çocuktum, tabii ki birkaç kez arkadaşlarımla ruh çağırma deneyimimiz oldu ama ileri gitmekten korkardım. Son zamanlarda bilmediğimiz, isimlendiremediğimiz şeylerle iletişim konusuna daha fazla ilgiliyim çocukluğuma oranla.
EVLE ARAM FAZLA İYİDİR
Sizi en son ‘Ulan İstanbul’da izlemiştik, orada da eski, hikâyeli bir köşk, öykünün karakterlerinden biri gibiydi. Burada da karakteriniz bir ‘konağa çıkıyor’… Sonra filminiz ‘Ev’ ve senaryosunu yazdığınız ‘Görünmeyenler’de de karşımıza hep bir takım ‘evler’ çıkıyor. Enteresan geldi bu bana… Sinemadan bağımsız olarak, ‘ev’le aranız nasıldır? Ev yarattığınız, çalıştığınız, eğlendiğiniz, düşündüğünüz bir mekân mıdır yoksa otelvari bir sığınak mıdır sizin için?
Evle aram biraz fazla iyidir. Şöyle söylemek daha doğru olur belki: Evden çıkmak için gerçekten çok önemli bir işim olması gerekir. Çalıştığım, dinlendiğim, her şeyi yaptığım yerdir; söylediğiniz gibi. Otelleri pek sevmem, hemen evime dönmek isterim, zaten tatillerde de otelde kalmak yerine ev kiralamayı tercih ederim hep. Yazdığım senaryolar ve çektiğim filmlerle ilgili bunu söyleyen başka kişiler de oldu, ilk başta bunun yalnızca bütçesel bir şey olduğunu düşünüyordum fakat zamanla ev/yuva kavramıyla ilgili biraz takıntılı olduğumu ben de kabul etmeye başladım. Bir insanın evinde yalnız başına ya da ailesiyle nasıl zaman geçirdiği, karakteri veya psikolojisiyle ilgili çok fazla şey anlatıyor bence. Kimi insanın ev dediği şey sadece televizyon mesela.
Sizin hakiktten pek eğlenceli bir ‘az ünlü oyuncu’ skeciniz var. Acaba ‘Ulan İstanbul’dan sonra ‘az ünlülükten’ ‘ünlüye’ geçmiş olabilir misiniz? Sokakta “Aa Bahadır!” durumu mu oluyor artık?
Az ünlülük biraz yaşayışla ilgili galiba. Seyirci bir oyuncuyu sadece televizyonda ya da sinemada görünce hatırlama süresi çok kısa oluyor. ‘Ulan İstanbul’ tanınırlığımı çok arttırdı tabii ki ama insanlar beni magazinde, açılışta, orada burada görmeyince dizinin int(11)mesiyle hatırlama oranı da hızla düşüyor. Birkaç ay içinde hemen “Aa dizilerde oynayan çocuk” seviyesine geri dönüyor.
Sizin kültür-sanat mesainiz lisede başlamış. Resim okumaya yönelmeniz nasıl olmuştu? Ağabeyiniz de sinemacı, aileden mi başladı acaba sizi sanata yönlendirme?
Ailede sanatla uğraşan biri yok aslında ama annem de babam da verdiğimiz her türlü kararı destekleyen insanlar oldular hep. Alper her zaman sanatın etrafında, içinde oldu. Ben genelde onu takip ederek geliştirdim kendimi. Aslında başından beri hep yönetmek olmak istiyordum. Kısa filmler çekiyordum ortaokulda. Sanata yakın olayım en azından diye resim okudum ama ne sabrım ne de yeteneğim yeterli değildi resim yapmaya. Sonra oyunculuk okudum ama her zaman bütün bu bilgileri yönetmenlikte birleştirmek istiyordum.
Temelinizde resim eğitimi var madem soralım: Resim yapıyor musunuz? Sergi, galeri gezer misiniz? Kimlerin çizgisini, desenini seversiniz?
Liseden beri hiç resim yapmadım. Ben sanatta realizm takıntısı olan biriyim, hâlâ Rembrandt en çok etkilendiğim ressam ve bu konuda biraz klasikçiyim. Modern sanatı ve yeni galerileri tabii ki takip ediyorum ama kafam da çok karışık modern sanat konusunda.
Film yapım aşamasında storyboard’la çalışır mısınız, kendiniz çizer misiniz öncesinde kafanızda kurguladıklarınızı?
Resim kompozisyon konusunda tabii ki çok şey kattı bana ama benim için sette en önemli olan şey diyaloglar ve oyuncudur. Önce prova yapıp kameralara sonra karar veririm. Görselden başlamam düşünmeye yani.
Müziğin de hayatınızda hatırı sayılır bir yeri olduğunu tahmin ederek: Çalışırken/okurken/yürürken neler dinlersiniz?
Bugünlerde Museun yeni albümünü dinliyorum sürekli. Ama çalışırken sözlü müzik dinleyemiyorum. Voice of the Seven Woods ve Jozef Van Wissem dinliyorum bu aralar çalışırken.
Kaynak Radikal