Rock, punk, hip hop ve elbette Arap melodileri… Şarkılarınızı dinlediğimde hepsinden biraz buluyorum. Siz nasıl tanımlıyorsunuz müziğinizi?
– Ben de tanımlamakta zorlanıyorum. Sahnede biraz daha enerjiğim, biraz daha rock’a kayıyorum. Albümse bir karışım. ‘Ya Nass’ albümüne başladığım zaman ‘folk’ olmasına karar vermiştim. Ama sonra şarkılar kendini dayattı; biraz pop, biraz elektronik, biraz rock oldu. Müzik bir kaba sığmıyor hiçbir zaman. Zaten öyle olduğunda da ben sıkılıyorum.
Size ‘Arap müziğinin yeni yüzü’ diyorlar. İsabetli bir tanım mı bu?
– Bugünün dünyasında Arap olmak ne demek gerçekten bilmiyorum. Medya bu cümleyi kurmayı, bu profili üretmeyi seviyor çünkü akılda kalması kolay.
Peki kimsiniz siz?
– Ben Arap kimliğimi ifade etmek için farklı yollar bulmuş bir insanım. Hem unutmamalı, birden çok Arap kimliği var. Ben birçok gerçeklik düzleminde birden yaşıyorum. Modern dünyadayım. Beraber çalıştığım müzisyenlerle insanların uydurduğu sınırların, tabuların ötesine geçmeye çalışıyorum. Sansür yok, sınır yok, müzik var. Benim bir kadın olarak Arap toplumunda ve dünyada yerimi bulmam gerekiyordu. Özellikle Soapkills döneminde bazı kapıları zorladım, duvarları yıktım, kendimi buldum.
ASLA EVİNDE HİSSEDEMEMENİN ISTIRABINI ÇEKEN BİRİYİM
Bizim kulaklarımız Arapça şarkılara alışkın, hiç yadırgamıyoruz; peki ne anlatıyorsunuz şarkılarınızda?
– Durumlar, haller… Bir Arap kadını olarak kendimden bahsederim ama her zaman değil. Mizah var, erotizm var Arap kültüründen gelen. Bazı parçalarda cinsel fantezilerden de bahsediyorum ama dil oyunlarıyla. Çünkü Arapça her türlü söz inceliğine müsait. Bu yüzden kaba saba ifade etmiyorum kendimi, incelikle söylemeye çalışıyorum. Yani kimliğimi nasıl hissettiğimi anlatmaya çalışırım sadece Arap bir kadın olarak değil. daha katmanlı, daha karmaşık biri olarak da. Tam da bu dünyanın gerektirdiği gibi. Bazı şarkılarım daha doğrudan elbette. ‘Beyrut’ mesela, 1940’lardan bir Lübnanlı bestecinin şarkısı. Bu şarkı benim için yazılmış olabilirdi. Melankoli, biraz öfke, biraz mizah, umutsuzluk, anlayış…
Bu biraz da Beyrut’un tanımı gibi…
– Kesinlikle. Beyrut bana ilham vermeye, mutlu kılmaya, eziyet etmeye devam ediyor. Umut da veriyor ama bir yandan öfkem ve umutsuzluğumu da büyütüyor. Deli bir tarafı var Lübnan’ın. Çok özlüyorum. Sadece aile ve arkadaşlar değil. Deniz, yemekler, güneş… Siz beni anlarsınız, çünkü Türkiye gibi. Bir Arap ülkesindeyken, sevincimi göstermem bile Batı’dakinden farklı. Vücudum değişiyor.
Beyrut’a gittiğinizde huzura eriyor musunuz peki?
– Tam da Beyrut şarkısındaki gibiyim. Bu şarkı benim gibi dışarıda olanlar için yazılmış. Bir nevi sürgünde olanlar, ülkesini terketmek zorunda kalanlar için. Ben de hem biraz içeride hem de dışarıdayım. Bazen kendimi sürgün hissediyorum. Kendi kültürümden bile. Çünkü bu kültür bazen kendimi hiç ait hissetmediğim yerlere gidebiliyor. Ben de kendimi bir altkültürün parçası olarak tanımlıyorum artık. Yaşlısıyla gencisiyle, kendini Beyrut’a hem aitmiş hem de değilmiş gibi hisseden insanların parçasıyım.
Lübnan kökenli yazar Amin Maalouf da sizin gibi Paris’te yaşıyor ve sıkça kimlik üzerine yazıyor. Okur musunuz Maalouf’u, kendinizle bir bağ kurar mısınız?
– Maalouf’u okurum ve çok severim. Onun ve benim gibi birçok sanatçının çok ortak noktası var elbette. Maalouf da kimlik sorunlarından bahsediyor. Ama benim köklerim daha çok Arapça’dayken o biraz daha Frankofon diyebilirim. Bakın ben, bana benzeyen birçok insan gibi, nereye gidersem gideyim ‘asla evinde hissedememenin’ ıstırabını çeken biriyim. Kendi ülkemde bile. Evet, aşinalık var, birçok insan tanıyorum ama ‘ev’ dediğimiz, rahat ettiğimiz o yer var ya, işte ben o duyguyu yakalayamıyorum.
Jim Jarmusch’un ‘Only Lovers Left Alive’ filminde söylediğiniz şarkı Oscar’a aday oldu. Nasıl bir araya geldiniz?
– Kocam Elia Süleyman biliyorsunuz bir yönetmen. Onunla film festivallerine sıkça gidiyorum. Marakeş’teki festivalde Elia jürideydi. Orada bir başka jüri üyesinin piyanist eşiyle tanıştım. Hamama gittik, güldük eğlendik derken, beraber bir ufak konser vermeye karar verdik. Konserde Jarmusch da varmış. Büyüleyici, benzersiz bir gece oldu. Önceden tanışıyorduk zaten, konserden sonra yanıma geldi, bir sonraki filminde beraber çalışmak istediğini, bu şarkıların ona çok ilham verdiğini söyledi. Benim açımdan hayatta ancak bir defa yaşanabilecek bir deneyimdi.
Zor muydu film için kamera karşısına geçmek?
-Hayır, Jarmusch bana sadece “Nasılsan öyle ol, şarkını söyle” dedi. Kendim olabilmem için mükemmel bir ortam kurmuştu zaten.
İstanbul’a daha önce de geldiniz; yakın hissettiniz mi kendinizi buraya?
– İstanbul’u biraz Beyrut’a benzetiyorum. Duygusu çok yakın. Benim annemin ailesi de Türkiye’den geliyor. Annemin adı Ayfer mesela. Kuzenimin adı Yıldız. Türkiye’yi iyi bilmesem de ülkem hakkında ne düşünüyorsam aynısını düşünüyorum. Bölge çok karışık. Umarım siz de biz de bunlarla başa çıkmanın bir yolunu buluruz.
BENİM KALBİM ARAPÇADA ÇÜNKÜ…
Büyük firmalardan İngilizce söylemeniz yönündeki cazip kontratlı teklifleri reddediyorsunuz. Neden?
– Aslında “Reddettim” diyemem. İstemedim, ihtiyaç duymadım diyelim. İlginç gelmedi. Benim kalbim Arapça’da. Ayrıca Arapça’da müziğin daha saf, daha işlenmemiş bir hali var; bu yüzden üzerinde çalışması da daha tatmin edici. Yine de arada bir İngilizce söylüyorum; başkalarıyla ortak çalışmalar yaparken mesela. Hatta şarkı söylemeye de İngilizce başladım. O da bana farklı şeyler deneme imkânı veriyor. Yani kendimi ‘helal-haram’ ikilemine sıkıştırmak istemem. Sonuçta kalbim, duygularım, ilgim, tutkum hep Arapça’ya yöneliyor. Ayrıca siyaseten de Arapça’yı tercih ediyorum.
Neden siyaseten?
– Arapça söylemek daha anlamlı. Mirasa meydan okuyorsunuz, zihniyetleri sorguluyor, tabuları yıkıyorsunuz… Yeni dokular keşfetmek için de Arapça iyi. Çünkü malzeme ham ve üzerinde çalıştığınızda hakiki geliyor. Üstelik sürekli yeni bir yol deneyip yeni bir şey bulma şansınız var. “Şuraya piyano koyalım mı, şurada şunu söyleyelim mi” Arapça’da yeni yollar bulmak hep mümkün. İngilizce’de her şey yapıldı. Ama Arapça geliyor, oluşuyor, yolda… Deniyorsun, oluşturuyorsun, seni de aşan bir şeyin parçası haline geldiğini hissediyorsun. Bir noktada dil devreye giriyor, işi senden alıyor ve seni de başka yerlere götürüyor. Bu harika bir duygu.
Yasmine Hamdan, Ramazanda Caz Festivali kapsamında 5 Temmuz Pazar 21.15te Uniq İstanbul Açıkhava Sahnesinde. Biletler Biletixte.
YASMİNE HAMDANLA İLGİLİ BİLMENİZ GEREKEN 5 ŞEY
1) Zeid Hamdan’la (akrabalık yok) 1997’de kurduğu Soapkills grubu Beyrut’un alternatif müzik alemini salladı. Soapkills’in Elektropop’tan trip-hop’a uzanan üç albümü halen hafızalarda.
2) Yasmine Hamdan Soapkills döneminden beri Beyrut’ta bir alternatif müzik ikonu.
3) 2013’te tek başına yayımladığı ilk stüdyo albümü ‘Ya Nass’ onu Batı dünyasında kitlelere tanıttı.
4) Çok iyi bir Arapça müzik koleksiyoncusu. Eskilere dair ne varsa topluyor. Bugünlerde geçmişle, köklerle, anılarla, eski yazılarla, görüntülere, hafızayla ilgilendiğini söylüyor.
5) “Sekiz-dokuz yeni şarkıyı int(11)irdiğini” anlatıyor. İkinci solo stüdyo albümü 2016’nın bahar aylarında çıkacak.
RAMAZANDA CAZ BAŞKADIR!
4 Temmuz Okay Temiz ve Roman Orkestrası, 21.15, İstanbul, Uniq Açık Hava Sahnesi’nde
9 Temmuz Pierre Blanchard Gypsy Jazz Quintet, 21.15, İstanbul, Uniq Açık Hava Sahnesi’nde
10 Temmuz André Manoukian Quartet, 21.15, İstanbul, Fransa Sarayı Bahçesi
11 Temmuz André Manoukian Quartet, 21.15, Ankara, Fransa Büyükelçiliği Bahçesi
Kaynak Radikal